Sadık Yalsızuçanlar

Sadık Yalsızuçanlar

sadikyalsizucanlar.dergibi.com

Yazılar

“Eller Tutmaz Gözler Görmez / Bu Acayip Sır da Senin”

Şathiyye dağarımızın en kıymetli parçasını oluşturan bu şiir, Veysel’in en çok okunan ve tartışılan eserlerindendir. Şathiyye, gelenekli şiir birikimimizin yüzyıllardır yeni örneklerine şahitlik ettiğimiz bir tarzı idi. Fikrî ve hissî taşkınlıkla söylenen bu manzumelerde, “niyâz”dan “naz”a ulaşmış irfan ehlinin sınırları zorlayan en güzel söyleyişlerine rastlarız. Hakk’a doğrudan ve samimî bir seslenişle söylenmiş olan sözler; bizi çıplak bırakır ve ezberlerimizi bozar, bir tür yapısöküm yapar. Prof. Dr. Süleyman Uludağ Hoca, İslâm Ansiklopedisi’ndeki şathiyye maddesinde şunları kaydeder: “Sözlükte ‘hareket etmek, sarsılmak, taşmak’ gibi anlamlara gelen şatah kelimesi, yatağı dar olan bir ırmağın sel ile kenarlarına taşması gibi sûfînin kalbinden taşan ilâhî hakikatleri ifade eder.” (Serrâc, s. 422, 453). II. (miladiVIII.) yüzyıldan itibaren sûfîler arasında kullanılmaya başlanan şathiyye (çoğulu şatahât/şathiyyât); sûfînin sekr, vecd, cezbe, galebe, inbisat, istiğrak, cem‘, fenâ ve tevhîd-i zâtî gibi kendini kontrol edemediği tasavvufî hâller içinde söylediği sözlerdir. Bâyezîd-i Bistâmî, Sehl et-Tüsterî ve Hallâc-ı Mansûr ilk dönem tasavvufunda şathiyeleriyle en çok tanınan sûfîlerdir. Bazı mutasavvıflara göre şathiye türü sözler, onu söyleyen sûfîye ait olmayıp bunların gerçekte kaynağı Allah’tır. Sûfînin yaptığı şey bu ilâhî sözleri tekrar etmekten ibarettir. Bâyezîd-i Bistâmî’nin, “Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir.” ifadesi bir müminin, “Ben kendisinden başka ilâh bulunmayan Allah’ım, bana ibadet ediniz.” mealindeki ayeti (Tâhâ 20/14) zikir yoluyla tekrarlaması gibidir. Hâlbuki Bâyezîd-i Bistâmî’nin bu şathiyesini duyanlar O’nun kendisini kastettiğini sanmışlardır (a.g.e., s. 472; Gazzâlî, İḥyâʾ, I, 42). Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre şathiye; sâlikin nihayet değil, bidâyet hâlinde görülür. Sâlik sülûkün nihayetine ve gayeye ulaşınca şathiyeler azalır. Cüneyd’e göre Bâyezîd-i Bistâmî’nin şathiyeleri onun o sırada henüz sülûkünün başlangıcında olduğuna işaret eder. (Serrâc, s. 458, 459) Kemal mertebesinde bulunan veliler, temkin ehli olduklarından nadiren şathiye söylemişlerdir. Dinin zâhirî hükümlerine uymayan bir izlenim verme, muğlaklık ve müphemlik şathiyelerin genel niteliğidir. Bu sebeple şathiyelerin dine aykırı olmadığını göstermek, muğlaklık ve müphemliklerini gidermek için ilk dönemden itibaren şerhler yazılmıştır. Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Şerḥ-i Şaṭḥiyyât-ı Ebî Yezîd-i Bistâmî”si türün ilk örneğidir. Serrâc “el-Lümaʿ”ında Cüneyd’in şerhlerine genişçe yer ayırmış, diğer bazı sûfîlerin şathiyelerini de şerh etmiştir. Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî’nin “Ġalaṭâtü’ṣ-ṣûfiyye” ile “Beyânü Zeleli’l-fuḳarâʾ”, Rûzbihân-ı Baklî’nin “Şerḥ-i Şaṭḥiyyât”, Dârâ Şükûh’un “Ḥasenâtü’l-ʿârifîn”, Sehlegî’nin “en-Nûr min kelimâti Ebi’ṭ-Ṭayfûr”, Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî’nin “el-Fetḥ fî teʾvîli mâ ṣadara ʿani’l-kümmel mine’ş-şaṭaḥ” adlı eserleri bu türün başlıca örnekleridir.Önce şiiri hatırlayalım:“Bu âlemi gören sensinYok gözünde perde seninHaksıza yol veren sensinYok mu suçun bunda seninKâinatı sen yarattınHer şeyi yoktan var ettinBeni çıplak dışar’attınCömertliğin nerde seninEvli misin ergen misinEşin yoktur bir sen misinÇark-ı sema nur sen misinBu balkıyan nur da seninKilisede despot keşişİsa Allah’ın oğlu demişMeryem Ana neyin imişBu işin var bir de seninKimden korktun da gizlendinÇok arandın çok izlendinGöster yüzün çok nazlandınYüzün mahrem ferde seninBin bir ismin bir cismin varOğlun kızın ne hısmın varHer bir irenkte resmin varNerde baksam orda seninTürlü türlü dillerin varNe acaip hallerin varNe karanlık yolların varSırat köprün nerde seninÂdem’i sürdün bakmadınCennette de bırakmadınŞeytanı niçin yakmadınCehennemin var da seninVeysel neden aklın ermezUzun kısa dilin durmazEller tutmaz gözler görmezBu acayip sır da senin”İrfanî ve edebî bir “anlatım biçimi” olarak şathiyenin en sade, en güzel örneklerinden olan şiirde çok sayıda alıntı ve gönderme bulunmaktadır. Veysel, baş gözünün kapalı oluşuna ilk ve son bentte atıfta bulunur ve girişteki niyaz, Veysel Karanî Hazretlerinin münacâtını hatırlatır: “Ey Rabb’im, sen Rabb’imsin, ben kulunum. Sen kudret sahibisin, ben acizim. Sen zenginsin, ben fakirim…” “Bu âlemi gören sensin, yok gözünde perde senin.” Allah basîrdir, her şeyi görür… İnsanla kalbi arasına sadece Allah girebilir. Allah, şahdamarımızdan yakındır. O’nun görüşü, bütün görüşleri boşa çıkaracak bir basirettir. Şair, hemen ardından şatahata (taşkınlığa) başlar: “Haksıza yol veren sensin. Yok mu suçun bunda senin?” Veysel, Allah’ın -haşa- “suçlu” olarak tanımlanmayacağını bilir. Fakat şathiyenin mantığı gereği, “dünyada haksıza niçin yol verildiği” sorusunu zihnimizin tavanındaki çengele asmak için bunu pervasızca yapar: “Yok mu suçun bunda senin?” Kuşkusuz, sorunun cevabını da bilmektedir. Allah, ihmal etmez mühlet verir. Dıştan ve üstünkörü bakıldığında, bu dünyada haksız, haksızlığıyla baş başa kalıp gitmekte; mazlum, uğradığı haksızlıkla ölmektedir. Ama -burada hesap görülmediyse- bir “büyük mahkeme”de mutlaka “adalet” gerçekleşecektir. Veya -devir gereği- mağdur edilmiş olan; vaktiyle zulmetmiştir, onun karşılığı önüne gelmektedir. Şair soruları sürdürür: Her şeyi yoktan var eden Sensin. Sen, “Samed”sin, hiçbir şeye muhtaç değilsin, her şey sana muhtaçtır. Buna rağmen beni çıplak dışarı attın, o hâlde cömertliğin nerde senin? Soru, insanın meşruluğunun sembolüdür. Veysel, bunun farkında olarak rahatça sormaktadır. Rububiyyeti sorgulayan bu saf ve dolaysız soruların da kuşkusuz cevabı vardır. Hak katında bütün bu muammanın bir açıklaması hiç kuşkusuz olacaktır ama sadece sorarak zihnimizi bir dizi tartışmaya sürükleyen Şair; daha da ileri giderek, “O, doğurmamış ve doğurulmamıştır.” ayetine de atıfta bulunarak, Hakk’ın temel sıfatlarını sorgular. Ardından, “Allah göklerin ve yerin nurudur.” ayetine telmihte bulunur: “Çarh-ı semâ, nur sen misin?” Hiç şüphesiz O’dur. O, her şeyi kuşatmıştır. Yaratılışın kökenine ilişkin bir anlatıda şöyle denir: Henüz yaratılış âlemi yoktu. Allah, Kendi nurundan bir parça ayırdı, ona, “Muhammed ol.” buyurdu. Muhammed (sav) nur suretinde bir insan olarak dile geldi ve “Allah’tan başka ilah yoktur.” dedi. Bunun üzerine Allah, “Muhammed, Allah’ın elçisidir.” buyurdu. Sonra, o nurdan âlemler yaratıldı…” Bu anlatının bir özeti olan iki mısraında Veysel, Allah’ın nurunun nasıl bütün varlığı kuşattığını, soru formunda pek güzel anlatır. Fakat kelimenin tam anlamıyla şatahat düzeyi sonraki bentte iyice artar: “Kilisede despot keşiş, İsa Allah’ın oğlu demiş. Meryem Ana neyin imiş. Bu işin var bir de senin.” Hz. İsa’nın tanrılaştırılmasını ironik biçimde eleştiren sorunun ardından, Hz. Meryem’in O’na babasız şekilde hamile kalışına gönderme yapan Veysel, “ifade”yi şathiyenin diline ve doğasına en yakışır biçimde ve yalın şekilde yapar: “Bu işin var bir de senin…” Hakk’a en samimi şekilde seslenmenin ilginç bir örneğidir bu mısra. Kur’an’da, Hz. Meryem’in babasız bir şekilde Hz. İsa’ya hamile kalışıyla ilgili şöyle buyrulmuştur : “Evet öyle. Rabb’im diyor ki o benim için çok kolaydır. Onu insanlara bir mucize, katımızdan bir rahmet kılmak için böyle takdir ettik. Bu, zaten ezelde hükme bağlanmış bir iştir. (Meryem, 16-21; Âl-i İmrân, 45-47)  Sonraki bentte dil daha da dolaysızlaşır: Allah, her şeyden -zamandan, mekândan- münezzehtir. Her türden antropomorfik imajı dışlayan İslamî algıyı sarsan bir ifadeyle Hakk’ın gizli/saklı oluşuna ilişkin sorar. Son iki mısrada, baştaki sarsıcı sadelik ve taşkınlık yerini edepli ve lirik bir edaya bırakır: “Göster yüzün çok nazlandın. Yüzün mahrem ferde senin.” Burada da gizli bir ironiden söz edilebilir. Allah, evet her şeyden münezzehtir ama aynı zamanda her şeyde ve her yerdedir. Kur’an’ın ifadesiyle, “Nereye dönerseniz, oradadır.” Ama cemâli, ferde mahremdir. Veysel, bu dizede, “Ferîd” ismine atıfta bulunur ve ferdiyyet makamının sırrından söz eder. Ferdiyyet/ferdaniyyet, Hakk’ın mutlak ve sırf tevhidle bilinmesidir.Bin bir ismin bir cismin varOğlun kızın ne hısmın varHer bir irenkte resmin varNerde baksam orda seninMutlak tevhid, Hakk’ın her şeyde/her zaman/her yerde idrak edilmesidir. O’ndan başka hakikî varlık bulunmadığının bilinmesidir. Yarattıklarının varlığı Hakk’a bağlı olduğundan, ârifler ancak gerçek varoluşun Hakk’a ait olduğunu söylemişlerdir. Âşık Veysel, bu birlik anlayışını sürdürmektedir. Allah’ın sonsuz isim ve sıfatları vardır. Ama varlığı birdir. İsim ve sıfatlardaki çokluk, tecellinin (açılmanın) çokluğundandır. Allah, çokluk âleminde birdir. Bir hadiste, O’nun doksan dokuz isminden söz edilir ve yaygın bir şekilde bu anılır; fakat gerçekte Hakk’ın isim ve sıfatları sonsuzdur. Veysel, “Bin bir ismin var.” derken, isim ve sıfatların sonsuzluğundan söz etmektedir. “Oğlun, kızın ne hısmın var.” ise, “İhlas” suresinin 3. ayetine telmihte bulunmaktadır: “Doğurmamış ve doğmamıştır.” Ayrıca, bu mısrada, Hz. İsa’yı, Allah’ın oğlu olarak gören inanışa da atıfta bulunulmaktadır. Mekke döneminde inen, dört ayetten oluşan “İhlas” suresine ilişkin Dr. Emin Işık, İslâm Ansiklopedisi’nde şunları kaydeder: “İhlâs suresinin muhtevasıyla ilgili olarak müfessirlerin üzerinde durdukları en önemli konu, ilk iki ayette yer alan ‘ahad’ ve ‘samed’ kelimelerinin anlam ve içerikleridir. Ahad sıfatı Allah’a nispet edildiğinde O’nun birliğini, tekliğini ve eşsizliğini ifade eder; bu anlamıyla tenzihî veya selbî sıfatları da içerir. Bu sebeple ahad sıfatının bazı istisnalar dışında Allah’tan başkasına nispet edilemeyeceği düşünülür. Aynı kökten gelen ‘vâhid’ ise Kur’an-ı Kerîm’de ve hadislerde Allah’ın sıfatı olarak geçmekle birlikte Allah’tan başka varlıkların sayısal anlamda birliğini ifade etmek için de kullanılmaktadır. Surenin ilk ayetinde Allah lafzıyla bütün sübûtî sıfatlara, ahad lafzıyla da selbî sıfatlara işaret edildiği anlaşılmaktadır. Samed kelimesi, ‘bir kavmin ilk atası, herkesin kendisine ihtiyacını arz ettiği fakat kendisinin kimsenin yardımına muhtaç olmadığı ulu başkan’ gibi anlamlara gelir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ṣmd” md.) Suredeki bağlamına göre samed, ‘var oluş bakımından kimseye muhtaç olmayıp her şeyin varlığını kendisine borçlu olduğu vâcibü’l-vücûd’ demektir. Buna göre samed kelimesi doğrudan doğruya ahad isminin açıklaması, daha sonra gelen ‘Doğurmamış ve doğmamıştır.’ ayeti de samed isminin açıklamasıdır. (ayrıca bk. SAMED) ‘Onun bir dengi de olmadı’ mealindeki son ayet ise hem birinci ayetin açıklaması hem de bütünüyle surenin bir özetidir.”Veysel, “Her bir irenkte resmin var, nerde baksan orda senin.” derken, Hakk’ın sıfat düzeyindeki tecellilerinden söz eder. Varlık âlemindeki görünen her şey, Hakk’ın sıfatlarının açılmasıdır. Bütün suretler, O’nun sıfatlarının yansımasıdır. Nereye bakılsa, O görünür. Bu da bize, Bakara suresinin 115. ayetini hatırlatır: “Doğu da Allah’ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah’ın zâtı oradadır. Şüphesiz Allah (zât ve sıfatlarında) sınırsızdır, her şeyi bilmektedir.” (Bakara, 115.) “Kuran Yolu Tefsiri”, bize bu ayete ilişkin şunları söylüyor: “Doğu ve batı kelimelerinden maksat, yeryüzünün tamamı, hatta yeryüzüyle birlikte orada bulunan bütün varlıklardır.” (Taberî, I, 503) Dolayısıyla yeryüzü Allah’ın eseri ve mülkü olduğundan şu veya bu yönün diğerine göre herhangi bir üstünlüğü yoktur; yeryüzü bütünüyle bir mâbed gibi olup aslolan ibadetin Allah için yapılmasıdır. İbadet esnasında zorunlu olarak bir tarafa yönelmekse ancak sembolik bir anlam taşır. Nitekim Müslümanlar, başlangıçta kutsal bir mekân olarak Kudüs’teki Beytülmakdis’e yönelerek ibadet etmişler, daha sonra bu surenin kıbleyi belirleyen 144. ayetinin inmesi üzerine Kâbe’ye yönelmeye başlamışlardır. Her ne kadar 115. ayetin 144. ayetle neshedildiğini savunanlar olmuşsa da (bk. Taberî, I, 502; Râzî, IV, 18-19), bu iki ayet arasında nesihle izahı gerektiren bir uyumsuzluk söz konusu değildir. 115. ayet, her yerde ve her yöne yönelerek Allah’a ibadet ve dua edilebileceğine, yani konunun özüne işaret etmekte, 144. ayet ise namazla ilgili özel uygulamayı belirlemektedir. (Kıble konusunda geniş bilgi için bk. Bakara 2/142 vd.) Bazı rivayetlerde (bk. Şevkânî, I, 144-145) bu ayetin, kıblenin hangi tarafta olduğunun bilinmemesi veya bilinse bile hastalık, yolculuk, savaş gibi özel durumlar sebebiyle o yöne dönmenin güç, tehlikeli ya da imkânsız olması gibi hâllere ilişkin özel bir hüküm belirlediği ifade edilmiştir. Buna göre normal durumlarda namazı kıbleye yönelerek kılmak farzdır; 144. ayet bu hükmü koymuştur. Ancak yukarıda değinilen mazeretlerin baş göstermesi durumunda mümkün ve elverişli olan her yöne doğru yönelerek namaz kılınabilir, konumuz olan 115. ayet de işte bu ruhsatı vermektedir. (Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 194-195)Sonraki dörtlükte Veysel, yine Hakk’ın sıfatlarına ilişkin göndermelerle şathiyyeyi sürdürür: Türlü türlü dillerin varNe acaip hâllerin varNe karanlık yolların varSırat köprün nerde seninİlk mısra, Rûm suresinin, 22. ayetine telmihte bulunuyor: “O’nun kanıtlarından biri de gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Kuşkusuz bunda bilenler için ibretler vardır.” Bu göndermeyi, Veysel’in, “Allah birdir peygamber hak.” şeklinde başlayan şiirinde de görüyoruz. Dil, ırkî kimliğin temel belirleyicisidir. Bunun için, “renk” tabiri de kullanılıyor. Dillerin yani ırkların farklılığı, Allah’ın varlık ve birliğinin delili olarak anılıyor. Allah’ın yaratış, zuhur ve tecellisinin “acaip hâllere” mahal olduğunu söyleyen Veysel, ardından şathiyenin dili ve doğasına yakışır biçimde, “Ne karanlık yolların var.” der. Karanlık kelimesinin, bilinmeyen, anlaşılamayan, beş duyu ve akıl ile kavranamayan anlamında kullanıldığı kesin. Ardından bir tür taşı gediğine koyarak, “Sırat köprün nerde senin?” diye sorarak dörtlüğü bitirir. Sırat köprüsüne ilişkin tartışmalara da atıfta bulunmuş olur. Şathiyye mantığına en uygun bende sıra gelir:Âdem’i sürdün bakmadınCennette de bırakmadınŞeytanı niçin yakmadınCehennemin var da senin“Âdem’in cennetten sürülmesi” meselesine ilişkin Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay, İslâm Ansiklopedisi’nin “Âdem” maddesinde şöyle der: “Kur’an’a göre, Âdem ve Havvâ cennete yerleştikten sonra orada Allah’ın nimetlerinden diledikleri gibi faydalanıyorlardı. Allah onları yasak ağaca yaklaşmamaları hususunda uyardı: ‘Ey Âdem! Eşin (Havvâ) ile birlikte cennete yerleş, orada çekinmeden istediğiniz her yerde cennet nimetlerinden yiyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın, sonra ikiniz de zalimlerden olursunuz.” (el-Bakara 2/35). Kur’ân-ı Kerîm’de bu ağacın mahiyeti hakkında bilgi verilmemiştir. Sadece şeytanın Âdem ile Havvâ’ya çirkin yerlerini göstermek için, ‘Rabb’iniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf melek olursunuz yahut ebedî kalıcılardan olursunuz diye şu ağacı size yasakladı.’ (el-A‘râf 7/20) ve ‘Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını ve yok olmayacak bir hükümranlığı göstereyim mi?’ (Tâhâ 20/120) diyerek onları yanılttığı belirtilmektedir. Bu konuda sahih hadislerde de başka bilgi yoktur. Diğer İslâmî kaynaklarda yer alan ve bu ağacın hayrı ve şerri bilme ağacı veya üzüm asması, buğday, incir ağacı vb. bitki türlerinden biri olduğunu belirten rivayetler ise İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır.” (bk. Taberî, Câmiʿu’l-beyân, I, 184; Abdullah Aydemir, Tefsirde İsrâiliyyât, s. 256-257)“Hz. Âdem’in yasak ağaca yaklaşması ve Allah’ın yasağını çiğnemesinin şekli ve neticeleri hakkındaki bilgiler Tevrat ve Kur’ân-ı Kerîm’de farklılıklar göstermektedir. Tevrat’a göre kır hayvanlarının en hilekârı olan yılan, Aden’deki bahçede (cennet) yaşamakta olan Havvâ’ya yaklaşmış, ‘Allah bilir ki ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak, iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız.’ diyerek onu yasak ağacın meyvesinden yemeye ikna etmiş, daha sonra Havvâ yasak meyveden Âdem’e de yedirmiştir (Tekvîn, 3/1-6). Kitâb-ı Mukaddes’in, ‘İblis ve şeytan denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptıran eski yılan yeryüzüne atıldı ve onun melekleri kendisiyle beraber atıldılar.’ (Vahiy, 12/9) ifadesinden de anlaşılacağı gibi bu yılanın şeytan olduğu söylenmektedir. Apokrif kaynaklarda şeytanın yılanın içine girdiği ve Havvâ’nın yalnız kalmasını gözleyerek ona yasak ağacın meyvesini yedirdiği nakledilmektedir. (bk. J. B. Frey, DBS, I, 112; J. Pedersen, EI2 [Fr.], I, 182) Başka bir rivayete göre ise semadan kovulan şeytan, o sırada kanatları olan ve konuşabilen yılana Âdem ile Havvâ’yı iğvâ etmesini öğretir (bk. J. B. Frey, DBS, I, 125-126). Kur’ân-ı Kerîm’de yılandan söz edilmemiştir. Bazı İslâm tarihi kitaplarında geçen bu yılan unsuru tamamen İslâm dışı kaynaklara dayanmaktadır. Kur’an’a göre onları yasak ağaca yaklaşmaya teşvik eden şeytandır. Âdem’e karşı açık bir kıskançlık içinde bulunan şeytan, önce Allah’ın emrine karşı gelerek Âdem’e secde etmemiş (bk. el-A‘râf 7/11-12), sonra da onu aldatarak günah işlemesine sebep olmuştur. Şeytanın cennete girişi ve Âdem ile Havvâ’ya yaklaşması konularında Kur’an ve sahih hadislerde bilgi yoktur. Diğer İslâmî kaynaklardaki bilgiler ise genellikle apokrif Yahudi kaynaklarından alınmıştır.”Âdem’in cennetten çıkarılması, bakılmaması; şeytanın ateşte yakılmaması ve insanoğluna musallat edilmesine ilişkin dolaysız sorulardan oluşan bu bentte Veysel’in anahtar cümlesi: “Cehennemin var da senin.”dir. Madem cehennemin yani ateşin var, o hâlde neden şeytanı yakmadın? Bu ironik cümlenin derinliğine dikkati çekmek isterim. Burada kötülük/şeytan sorununa ilişkin bir tartışma yapılıyor. Bu sorgulamanın, kötülük meselesinin nirengi noktasını oluşturduğu kesin. Şeytan, bizim kültürümüzde özerk bir varoluş alanına sahip değildir. Şeytanın daha çok müdahil olduğu Batılı düşünme geleneğinin aksine, bizde şeytan, “Allah’ın bir hizmetkârı” olarak nitelenir. Prof. Dr. Şerif Mardin, bizde Batılı tarzda dramanın olmayışını buna bağlar. Batı kültüründe şeytan, varoluş manasında özerktir, bizde aksine, şeytan da Hakk’ın emrindedir, O’nun izni dışında hareket edemez. Bu, dramanın, daha özelde trajedinin bizde oluşup gelişmesine izin vermez.Son bentte, şathiyye geleneğinin inceliklerine uygun şekilde, Veysel; dilini ve edasını değiştirir, kendine dönük ilişkin daha eleştirel bir tutum takınır:Veysel neden aklın ermezUzun kısa dilin durmazEller tutmaz gözler görmezBu acayip sır da seninSon mısra, şathiyenin özetidir: Bütün bu olup bitenler senin sırrındır. 

Devamını Oku →

“Marifet Var Marifetten İçeri…”

Yüzyıllar önce, Hz. Yunus, “Yûnus değil bunu diyen / Kendüliğidir söyleyen” demişti. İnsanın, benliğin yedi aşamasını geçip kusursuz denge hali denilen “istivâ” makamına ulaşınca artık benlikten konuşmaz. Cenab-ı Hak, “kulum bana nafilelerden daha sevimli bir şeyle yaklaşamaz. O hale gelir ki, Ben, onun söyleyen dili, gören gözü olurum, işiten kulağı olurum” buyurur. Buna, kişinin kendi çabasıyla Hakka yakınlaşması değil, bizatihi Hakkın kulunu Kendine yakınlaştırması denilir. Eski sözlüğümüzde, “akrebiyyet” (en yakınlık) bu sırrı ima eder. Kişisel algısından uzaklaşarak İlahî idrake erişen kulun dilinden konuşan Haktır. O, artık nefsânî konuşmamaktadır. Bu yüzden “âriflerin şiirlerine, “ilahî” denir. Sondaki î, aitlik ekidir, Allah’a ait demektir. Edîb Harabî, bu sırdan kinaye, bir şiirinde şöyle der :“Bu hâl-i vahdeti beyân eyleyenHarabî değildir Hak’tır söyleyenEğer inanmazsa bunu dinleyenAllah’tan kendini ayırmış olur”Harabî’nin şiirlerinin böylesi bir yaklaşımla okunması, anlam dünyasına girilmesini kolaylaştıracaktır. O, asla şer-i şerifi inkâr etmez, küçük görmez, aksine çok önemser ve daima vurgular. Fakat bir bakıma yolda uyulması gereken kurallar olarak nitelenebilecek “yasa”ya da takılıp kalınmaması gerektiğini söyler. İnsan, Haktan gelip O’na dönmektedir. Bu kozmik çevrimin tamamlanabilmesi için geldiği hale bürünmesi, o hal üzre yaşaması icab eder. Aksi halde kul hakkıyla, arınmaksızın, saf ve ağırlıksız bir hale erişmeksizin dönüş gerçekleşemeyecektir. Harabî, şiirlerinde “şer-i şerîf”in bu halin korunması için her daim zorunlu olduğu görüşündedir. Fakat iş sadece kurallara uymakla bitmez. Hatta şeriattan içeri bir şeriat da vardır. O’nu içkin olan yoldur, tarikattir. Yola girebilmek için kurala uymak gerekir. Yolda yasaya bihakkın ittiba etmek zarurîdir. Yola girilmeksizin insanın Hakkı bulması imkansızdır. O halde Yunus Emre’nin dediği gibi, “şeriat, tarikat yoldur varana; hakikat, marifet andan içeru…” biçiminde düşünmek gerekir. Harabî, ilk iki aşamayı şöyle anlatır : “Şer-i şerif inkâr olunmaz ammaŞeriat var şeriattan içeriTarikatsız Allah bulunmaz ammaTarikat var Tarikattan içeri”Sonrasında muhatabının zihnindeki ezberleri bozar, alışılageldik, şahsî tecrübelerle idrak edilmemiş klişeleri yıkar, onu altüst eder :“Gördüğün şeriat şeriat değilGittiğin Tarikat Tarikat değilHakikat sandığın Hakikat değilHakikat var hakikatten içeriVech-i Harabî’ye gel eyle dikkatHakkın cemâlini eylersin rüyetSade Hak var demek değil MarifetMarifet var Marifetten içeri.”Marifet, tatmaktır, tanımaktır. Bizatihi kişinin şahsî deneyimiyle ulaştığı “bilgi”dir. Ki, aslında bu bir bilgi kategorisi de değildir, zevketmektir. Allah’ı bilmekle Allah’ı tanımak arasındaki fark, birinde insanın kitabî ve naklî bilgilerle, sınırlı biçimde bilmesi; diğerinde ise bizatihi nefsinde Hakkı idrak etmesi, hakikati zevketmesi söz konusudur. Bu bakımdan marifet içinde marifet vardır. Hz. Mevlânâ, eserine, “içinin içindedir” adını verir, özün özün özünden söz eder. Tasavvufta seyr ü sülûk denilen manevî sürecin özünü de bu biliş haline ulaşabilme keyfiyeti oluşturur. Bu hale erişen birisine artık vâizin kitabî bilgilerle vaaz etmesinin bir anlamı yoktur :“Ey vâiz sen bize vâz edemezsinÇünkü her bir ilmin deryasıyız bizBizim yurdumuza hiç gidemezsinHakikat Kaf’ının Anka’sıyız biz”Deniz, vahdettir, birliktir, Hakkın mutlak tekliğidir. İlim deryası olmak, vahdete ulaşmaktır, Hakkı nefste ve âlemde kemaliyle idrak etmektir. Şair’in “yurt” tabirini kullanması da ilginçtir. Hz. Yunus, kendi halini ifade ederken, “ben bir acep ile geldim / Kimse halim bilmez benim / Ben söylerem ben dinlerem / Kimse dilim bilmez benim” demiştir. Bu dil, “kuş dili”dir. Gönlünde irfan tecelli etmemişlerin kabul etmediği, kınadığı ve reddettiği ledün ilmi, eşyanın hakikatini yansıtan saf ve pür hikmet. Bu ancak, sadırdan doğar, satırdan değil. Böylesi bir vahdet bilincine ulaşan kişinin “yurd”una ham ervahın girebilmesi, o “il”in dilinden anlayabilmesi imkansızdır. Kaf dağı, gönlünde Hak tecelli etmiş kişinin kalbidir. Hakkın tekliğinin gerçekleştiği yerdir. O dağın kuşu ise, hakikat avcısı Anka’dır. Şiirin devamında Harabî, kabz ve bastı, cemal ve celali bir kılmaktan söz eder, kendi deyişiyle, “küfr ü imandan feragat”ten söz eder. Bu algıya ulaşmayan kişi, Kuran’ın özünden bir şey anlamamaktadır. “Bir yay boyu yaklaşma”nın anlamını bilmiyor demektir. Bu sırdan haberdar olanlar ise, miracını tamamlamış, o gece yolculuğunu bitirmişlerdir. Tur dağında irşad edilen Musa böyledir. Çarmıhtan kurtulan İsa böyledir. O geçmiş zaman olaylarının birer ustûre olmadığı, bugün de yaşandığı, yarın da yaşanacağı açıktır. İnsan bu kıvama gelirse, ateşin yakmadığı İbrahim Peygamber gibi oluşun ve evrenin hakikatini de bilir.Harabî’nin “Vahdetnâmesi” bütün bu tartışmaları vuzûha erdiren bir açıklıktadır. Dilin sınırlarının genişlediği, kozmik sırların saçıldığı, tekâmül hakikatinin güneş gibi belirdiği emsalsiz bir şathiyedir. Evrenin oluşumuyla başlayan şiir, düşüncenin kabuğuyla meşgul olanlar ve dilin tek katlı sığ dünyasına mahpuslar için son derece şaşırtıcı ve yadırgatıcıdır : “Daha Allah ile cihan yok ikenBiz anı var edip ilan eyledikHakk'a hiçbir layık mekân yok ikenHanemize aldık mihman eyledikKendisinin ismi henüz yok idiİsmi söyle dursun cismi yok idiHiçbir kıyafeti resmi yok idiŞekil verip tıpkı insan eyledik…” diye başlayan şathiyenin ilk elden çağrışımlarına bakıp yadırgayan zihinler için şiirin tümünün dikkatle okunması önerilebilir. Girişteki ibareyi, Yaratıcı’nın kıdemiyle çelişir gibi okumak son derece yüzeysel bir bakış açısıdır. Hak, yarattıklarından görünür, bilinir, sevilir. Kainatın henüz yaratılmamış olduğu bir uzamda Hakk’tan nasıl söz edilebilir ki! İrfanî sözlüğümüzde “zuhûr” olarak nitelenen keyfiyeti “hilkat” olarak okumak da mümkün. Oysa, “hilkat yok zuhur vardır” diyen ârif, aslında varlığın bir oluşundan hareketle, hadîs olanı (sonradan olanı, yaratılanı) kadîm olanla bitiştirmekte, böylece tevhid ederek hakka izafe etmektedir. O halde Hakkın zuhurdan önceki varlığını bilebilmemizin imkansızlığını ima eden Harabî, bu ifadeleriyle bir tür yapısöküme girişiyor. Ebu’l-Hasan Harakanî’nin, “sufi gayr-ı mahluktur” sözünü yorumlayan Necmüddin Dâye’nin dediği gibi, Hak, yetkin biçimde, bütün sıfat ve isimleriyle, ef’âli ve Zatıyle kâmil insanda açığa çıkar. Bu ne sudur ne de antropomorfik bir anlayışa bizi sürekler. Daha yalın bir ifadeyle söyleyecek olursa, varlığın dışına halk, içine Hak denir. Bu durumda, cihan henüz yok iken Hak idraki de olmayacağından Hakkın varlığı(nın bilinmesi) ancak âlemle mümkün olabilecektir. Âlemin bir anlamının “âyet” oluşunu dikkate alacak olursak bu ifadeler biraz daha anlaşılabilecektir. Nitekim şathiyenin devamında Edîb Harabî “âma” (atma)dan söz eder. Bir rivayette, Peygamberimize sorarlar : “Allah, kainatı yaratmadan önce neredeydi, nasıldı, ne haldeydi?” Şöyle cevap verir : “Âmadaydı.” Âma, bir tür toz bulutu demektir fakat bu anlamıyla cevabın gerçeğini kavramak güçtür. Hakkın kendinden menkul, Zât’yla ve “olmazsa olmaz”, “biricik”, “tek”, “kimseye muhtaç olmayan, her şeyin Kendisine muhtaç olduğu” varlığı yaratıştan önce, mahiyetini ancak Kendisinin bildirdiklerinin bilebileceği bir keyfiyetteydi. “Gizli hazineydim, bilinmeyi sevdim, yarattım” rivayetinin de anıldığı şiirinde Harabî, Hakkın Rahman sıfatından söz eder. Bu, “altı günde yeri ve gökleri yaratıp  sonra arşı kuşatan” sıfatıyla Hakkın en kapsamlı ve özgün tanımlarından biridir. İşte biz, seyr ü sülûkumuzdan sonra, nereden ne halde gelip nereye hangi hale dönüştüğümüzü bildikten itibaren artık, varlığımızın kökeni olan âmaya kadar inip Hak ile orada bir olduğumuzu anladık, diyen Harabî varlığa ilişkin soruyu en yetkin biçimde cevaplamış gibidir. Sonrasında Hak, Zatıyla, sıfat ve isimleriyle, fiilleriyle tecelli etmeye başladı, der Harabî. Yedi kat gökler ve yer yaratıldı, içindekiler var kılındı ve rızıkları tâyin edildi. Sonra cennet ve cehennem hikaketleri tecelli etti. Ölümünü kendi ölümüyle ölen fâni varlık hakka nisbetini anladığında artık ölenin ceset olduğunu, ruhun bâki kaldığını, bütün varlığın Hakkın nurundan var edildiğini, ölümle birlikte seferi tamamlananların tekrar O’na döneceğini görür. Bunun için ölmeden evvel ölmek gerekir. Nihayet Âdem yaratılır ve âdemler var edilir. Bir “ilk insan prototipi” olarak erkek ve kadın (Adem ile Havva) var edilir. Cenneteyken yasak buğdayı yiyip, dünyaya bulaşır ve cennetten çıkarılırlar. İnsanlar birbirinden çoğalır, nebiler, resuller gelir, cihan dolar boşalır. Ardından Kuran’da anılan tufandan söz eder Harabî. Hz. Nuh’tan, Hz. Salih’ten, Hazret-i Musa’dan, Hz. Şit ve Hz. İdris’ten, Hz. Süleyman’dan, Eyüp peygamberden, Hz. Yakub, Hz. Yusuf, Hz. Davut, Hz. İbrahim, Hz. Yunus, Hz. Meryem, Hz. İsa ve Hz. Zekeriyya’dan bahseder. Onlara ilişkin bir alıntı ve göndermeler derlemesi sunar. Nihayet Kudüs’e gelir. Bütün bu tecelliler bir bakıma insanlık ve medeniyet tarihinin de özetlenmesidir. Sonra Kureyş’te parlayan güneşten söz eder. Peygamberimizi anlatırken şöyle der :“Böyle cilvelerle vakit geçirdikBu enbiya ile çok iş bitirdikBaşka bir Nebi-i Zî-şân getirdikÂnın her nutkunu Kur'an eyledikKüffar-ı Kureyş’i ettik bahaneMuhammed Mustafa geldi cihaneHalkı davet etmek için imaneMurtaza'yı ona ihvan eyledik..”Ardından Hz. Âli’den bahisle, konuyu miraca getirir. Varlığa gelmekten maksat nedir, onu anlatır. Ve vahdet âlemini bilmeyen insanın, insan suretinde bir hayvan olduğunu söyler. Şathiyyenin taçlandığı son bentler şöyledir :“Sözlerimiz bizim pek muhakkaktırDoğan ölen yapan bozan hep HaktırHer nereye baksan Hakk-ı mutlaktırAhval-i vahdeti beyan eyledikVahdet sarayına girenler içinHakkı hakkalyakîn görenler içinBu sırrı Harabî bilenler içinBirlik meydanında cevlân eyledik.”Edîb Harâbî’nin şiirlerinde meyhâne sembolizmi yoğum biçimde kullanılmıştır. Bilindiği üzere meyhâne sembolizmi, bizim şiir tarihimizde yaygın şekilde kendine ifade imkânı bulmuştur. Meyhâneden kasıt, irfan ocağıdır, tekke, dergâh, zaviye, hankâh veya medresedir. Şâki (içki sunucu), mürşittir, şeyhtir, manevî rehberdir, kılavuzdur. Şaraptan kasıt, hakikat-i Muhammedîyyedir. Su, hakikatin imgesidir, süt ilmin, bal ise marifetin. Şarap ise Hakkın hakikatinin imajıdır. Mey ve kadeh, mürşidin gözüdür, ağzıdır, sözüdür, kelamıdır, mukaddes feyzidir, irfanî gıdadır, manevî bilgidir. Divân, Tekke hatta halk şiirimizin en yaygın sembolizm alanı, meyhâne sembolizmidir.Edîb Harabî’nin meyhâne sembolizmini kullanan çok sayıdada şiiri bulunmaktadır. Bunlar arasında bestelenmiş formda da söylenen, dilden dile dolaşan, okuyana da dinleyene de manevî feyiz verenlerinden birisi şudur :“Ey zahid şaraba eyle ihtiramMüslüman ol terk et bu kıyl ü kâliEhline helaldir na-ehle haramBiz içeriz bize yoktur vebaliSevaba girmek çün içeriz şarapİçmezsek oluruz duçar-ı azapSenin aklın ermez bu başka hesapMeyhanede bulduk biz bu kemaliKandil geceleri kandil oluruzKandilin içinde fitil oluruzHakkı göstermeye delil oluruzFakat kör olanlar görmez bu haliSen münkirsin sana haramdır bâdeBekle ki içesin öbür dünyadaBahs açma Harabî bundan ziyadeÇünkü bilmez haram ile helali.”Harabî Baba, dindara seslenerek, nakilden vaz geçmesini, “o şunu der, bu bunu der” biçiminde aktarımlar yapmamasını, bundan kurtulmasını, bizatihi hakikatin peşinde olmasını, onun ise benliğinde gizlendiğini söyler. Dedikoduyu terk edip Müslüman olmak, benliği Hakka teslim etmek gerekir. Şarap yani hikmet, onu edinebilecek manevî olgunluğa erişmiş olanın hakkıdır, naehil olanlar yani hakikate açık ve hazır hale gelememiş bulunanlar ona ulaşamazlar. Biz, hakikat şarabından (Kevser şarabı) içeriz, bize vebâli yoktur, çünkü ona ulaşmış bir manevî olgunluk içindeyiz. Zaten ona ulaşmak insanoğlu için zorunludur aksi halde azap çekecektir. Niyazî-i Mısrî’nin dediği gibi, “kahr u lutfu şey-i vâhid bilmeyen çekti azap.” Celal ile cemâli birlememiş olanlar zaten azaptadır, manevî cehennemlerdedir, azap çekmektedirler. Vücut birdir, bunu idrak etmemek azaptır. Bu işe her akıl ermez, âgâh olmayanlar bunun farkına varamaz, bunun için kişinin nefsinden giderilmesi ve uyanması gerekir. Bu ise ancak, meyhânede yani tekkede bulunur, bir mürşid-i kâmile ermeksizin, bir irfan ocağında seyr ü sülûk görmeksizin, o “tertemiz şarap”tan (şarabu’n-tahûrâ) içmeksizin azaptan kurtulmak imkânsızdır. Böylesi bir kemâli bulmuş olanlar artık kandil gibi için için yanar, etrafını da ışıtır, aydınlatırlar. Kişinin bu sırra erdiği gece, kandil gecesidir. Kandil geceleri yani zikir meclislerinde, ârifâne ve âşıkâne sohbetlerde biz fitil gibi yanarız… Ve Hakkın en kâmil, en güzel, en kapsamlı delili, âyeti oluruz. İç görüsü açılmamış, kalp gözü görmeyenler bizim nurumuzu göremezler, onlar kördürler. Ledün ilmini, hakikatin içini, sırrı inkâr edenler, varlığı beş duyuyla algılama konusunda ısrarcı olanlar için şarap kuşkusuz haramdır. Onlar hakikat ehli değillerdir, Hak sırrından habersizdir, gönüllerinde Hak kemâliyle tecelli etmemiştir, canlarında meknûz olan sırra ulaşmamışlardır. Onlar sûrî cennetin peşindedir, algıları, iç duyumları kapalıdır, vaat edilen zâhîrî cennetin ırmağından su içmeye tâliptirler. Ey Harabî, artık bu konunun derinlikleriyle oynama, çünkü muhatabın açık ve kapalı olan nedir, haram ile helâl nasıldır, bunu bilmiyor, bundan habersizdir.Bir başka şiirinde Harâbî Baba, “Ey zahid sen bizi sanma günahkârGünahımız yoktur sevabımız varGördüğümüz demi hoş görür SettarBu sırra Kuran'la cevabımız var” dedikten sonra yine sözü o “temiz şaraba” getirir :“Fiilimizi bais-i azaptır sanmaİçtiğimiz haram bir âbdır sanmaSana haram olan şaraptır sanmaCennet ırmağından şarabımız var.”Çünkü insan, ruhların yaratıldıktan sonra toplandıkları mecliste, Rabbine söz, ikrar vermiştir. Hakkın huzurunda, O’nu görür gibi verilen bu söz ve tadılan inançtan haberi vardır. O imandan asla ayrılmamaktadır. Sofrasında, İsmail için inen kurbanın etinden meze vardır. Şiirlerinde musıkîden ve çalgılardan zaman zaman söz eden Harâbî, bu kez doğrudan bir nebiye gönderme yaparak müzikal anlayışı temellendirir :“Hakk'tan bize her dem hidayet olurMuhammed Ali'den inayet olurSaz çalsak Allah'a ibadet olurDavud peygamberden rebabımız var.”Bu ilginç göndermeyi yapabilmek için Hakkın ruhlara, “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, “evet!” cevabını bugünde, bu demde ve her dem verebilmiş olmak gerekir. Ahdine sâdık ve âgâh olanların insanlığın her halinden ve macerasından haberi olur. Harabî, göğüsteki kitaba gönderme yapar şiirin sonunda :“Bu ana değin ta kalu beladanHaberimiz vardır her maceradanHarabî’ye ihsan olmuş Hüda'danOkuyoruz işte kitabımız var.”Harabî Baba’nınşiirlerinde yüz ve harf sembolizminin de kendisine ifade imkânı bulduğunu özellikle belirtmemiz gerekiyor. Yüz sembolizminde, yanağın biri celali diğeri cemâli simgeler. Yüzün tamamı, birliktir. Saç, kesrettir. Göz, feyzin yansıdığı, mayalayıcı bir unsurdur. Kelamın mahalli olan ağız da tıpkı meyhane sembolizmindeki kadeh gib.i feyz-i mukaddesin yansıdığı bir yerdir, dölleyici kelamın mahallidir. Kirpikler ve kaş ise birisi zahir diğeri bâtın (aşkın ve içkin) olanı temsil eder. Yatay ve dikey unsurların sembolizminin kaş ve kirpikte yansıdığını söyleyebiliriz. İki kaşın arasından Rahman tecelli eder : “İkin kaşın arasından çekti hatt-ı istivâ…” denmiştir. Hak, kâmil insanın iki kaşının arasından görünür. Harâbi, bu sembolleri kullandığı şiirinde Âdem’in yani yetkin insanın (Âdem-i mlânâ’nın taşıyıcısı ve yansıtıcısı olan varlık) yüzünde Hakkın müphem olan hakikat sırlarını gizlediğini söyler. İnsanın vücudu âlemin özü, özeti ve büyük nüshâsıdır, Hak, insanı hikmet mayasıyla mayalamıştır.  Kaşlarına “bir yay boyu yaklaşma”nın sırrını, hakka yakınlığın gizini yazmıştır. İki gözüne, gamzelerine ve kirpiklerine apaçık ve son derece gizli biçimde Fetih sûresinin sırlarını imla etmiştir. Kuran’da, insanın en güzel surette yaratıldığı beyan buyurulmuştur. Bu âlemde insandan daha güzel bir “nesne” yoktur Şair’e göre, Ezel Ressamı, insanın resmini Kudret elleriyle tasvir etmiştir. Bir başka nefesinde, Harabî Baba insanın o güzelim suretin insandaki tahakkukunun sırrını açıklar : “İnsân-ı kâmilin pendin (öğüt) dinlemek…” Bunun, ancak, “sırlara vâkıf olan”lara özgü olduğunu söyler :“Enbiya içinde şakku’l-kamerinİcrâsı, Ahmed-i Muhtar’a mahsus.Çekip Zülfikar’ı feth-i hayberinCenâb-ı Haydar-ı Kerrar’a mahsus.”Peygamberler arasında işaret parmağıyla ayı ikiye bölebilme mucizesi, Peygamberimize bağışlanmıştır. Zülfikâr adındaki kılıcını çekerek Hayber kalesini fethetmek ise, O’nun amcasının oğlu, ehl-i beytinin en seçkin üyesi ve ilk Müslüman olan en genç erkek olma niteliklerine sahip İmam Âli’ye özgüdür. Allah, nice erler yaratmıştır. Kimisi arslana binmiş, yılanları gem etmiştir. Ama cansız duvarı yürütmek ancak ve ancak Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’ye nasib olmuştur.Şiirin son bendinde Harabî şöyle der :“Men âref sırrı idrak eylemekMansur-veş ene’l-Hak sırrın söylemekMürşid-i Kâmil’in pendin dinlemekHarabî, vâkıf-ı esrâra mahsus.”“Men âref”ten kasıt, “Nefsini bilen Rabbini bilir (bulur)” sırrıdır. Bu sırra ulaşan, Hallac-ı Mansur gibi, “ben, Hakkım” diyerek Allah’ın en kâmil tecellisinin insan-ı kâmille olduğunu söyleyebilen kişi, kâmil mürşidin öğüdünü dinleyebilmiş, anlayabilmiş ve uyabilmiştir, sırların da vâkıfıdır.Edîb Harabî’nin hemen bütün nefes/nutuklarınTekke-Tasavvuf şiirimizin mazmunları kullanılır, konuları, temaları dile gelir. Kendisi seyr ü sülûk görmüş, benlik eğitiminden geçmiş, bir vahdet ehli olduğundan sözleri, bizatihi kendi manevî tecrübelerinin izlerini taşır.”Kendi derdim söylerem / Gayrı hikâyet etmezem” diyen Eşrefoğlu Rûmî gibi Harabî’de de, “kelimeler eylemlerdir” sırrı taşar. Harabî’nin hayat hikâyesi şiirlerinde, şiirleri ise hayatındandır.  

Devamını Oku →

Neyzen’in Büyülü Dünyası

Neyzen Tevfik’in Şathiyyesi Ya da Bir Ârifin DünyasıUlu TanrımUlu Tanrım, akıl ermez sırrına,Bin bir ismi hakta pinhan edersin.İçirirsin sabrın peymanesini,Hikmetini sonra ayân edersin.Gizlenirsin bir nüvenin içinde,Âdemin de şeytanın da cinin de,Her milletin ayrı ayrı dinindeŞirke, küfre, reyb-i bürhan edersin.Aşk olursun, gönlümüzü yakarsın,Leyla olur, karşımıza çıkarsın,Rakip olur canımızı sıkarsın,Vuslatını bize hicran edersin.Bozuktur düzenin, olmazsın akort,Tavşana kaç dersin tazıya aport,Haham, papaz, hoca ettikçe zart zurt,Alay eder güler, isyan edersin.Sen indirdin yere şu dört kitabı,Ayrı ayrı her birinin hesabı,Her bir dinin sensin putu, mihrabı,Yalanına kendin iman edersin.Zerdüşt olmuş görünmüşsün ateşte,Brahmen’in Vişno’sısın güneşte,Bir parlayış parladın ki Kureyş’teMahbubunu zatına şan edersin.Hem goncasın, hem bülbülsün, hem diken,Hem canansın, hem de çileyi çeken,Hikmetine defineler açıkkenSeyyah derviş olur selman edersin.Yok olmadan var olmanın yolu yok,Kendin gibi seni arayan pek çok,Hiç şaşırmaz kaderden attığın ok,Sevdiğini aşka nişan edersin.Çiftçi olur, öküzünü haylarsın,Ağa olur, hizmetkârı paylarsın,Yersin, göksün, yıllar, günler, aylarsın,Asırları toplar bir an edersin.Görünürsün her velide, delide,Mustafa’da, Avram’da, Pandeli’de,Bir maymuncuk gibi her bir kilideHem uyarsın hem de bühtan edersin.Neşve olur, gizlenirsin şarapta,Helal, haram yazılırsın kitapta,Sevdalarla şu inleyen rebapta,Şensin, âşıkları nalan edersin.Zincir olur mecnunları bağlarsın,Görür, acır, karşısında ağlarsın,Irmak olur dere tepe çağlarsın,Tufan olur, dehri viran edersin.Bir ot idin, kamış oldun, ney oldun,Feryadına karşılık hey hey oldun,Su, kök, filiz, asma, üzüm, mey oldun,Her katranı bana umman edersin.Çıban olur, enselerde çıkarsın,Yanar canın yine kendin sıkarsın.Kendin yapar, kendin yakar yıkarsın,Sigortadan ne kâr, ziyan edersin?Bir iraden adam yapar eşeği,Azlolurken batar ona döşeği,Gazabındır şu felaket şimşeği,Her nereye çaksan sûzan edersin.Çıkmayan bir candan umut kesilmez,Rahmetinden zerre bile eksilmez,Gözümüzü senden başkası silmez,Güldürmeden önce giryan edersin.Şımartırsın bir sonradan görmeyi,Öğretirsin halka çorap örmeyi,O çalarken tam gözünden sürmeyi,Yakalarsın, hapse ferman edersin.Zengin olur kasaları kitlersin,Fakir düşer garip başın bitlersin,Deri, kemik, beden bizi ciltlersin,Hicranlara canlı divan edersin.Lanetin mi şu şeyn-i İslam kapısı,Yedi cehenneme bedel yapısıZebanilerde mi bunun tapısı?Bu çeteyi sen perişan edersin.Dâr-ün Nedve midir şu Dâr-ül-Hikme?Savurdular birbirine çok tekme.Kuyruğu sakattır, pek hızlı çekme,Eşeklerle bizi handan edersin.Kudururlar arpalıkla, tiritle,Girişirler kafa, göz, yüz, divitle;Geğirirler, anırırlar, tecvitle,Harf-ı meddi yular, kolan edersin!Fitne için yeter İzmir’li Cüce,Yelken takar devedeki hörgüce,Kürek çeker akıntıya her gece,B.klu dereye mi kaptan edersin?Nerde olsa başındadır belası,Haset, fitne, o Firavn’ın Musa’sı,Cehil, gurur vesaire cabası,Sakla domuzlara çoban edersin.Sana giren, çıkan nedir be dürzü?Dersin bana ey Allah’ın öküzü!İçirirsin on dört bin okka düzü,Beni bulutlarda mihman edersin!Serserinim, düştüm aşkınla meye,Nasıl girdin elimdeki şu neye?Hem seversin beni Neyzen’im deye,Hem de sarhoş diye destan edersin!Neyzen Tevfik’in, “Ulu Tanrım, akıl ermez sırrına / Bin bir ismi Hakta pinhan edersin / İçirirsin sabrın peymânesini / Hikmetini sonra ayân edersin” diye başlayan ünlü şathiyyesi, şathiyye geleneğimizin ve dağarımızın en nadide, en kıymetli parçasını oluşturur. Şathiyye, geleneksel şiir birikimimizin yüzyıllardır yeni örneklerine şâhitlik ettiğimiz bir tarzıdır. Fikrî ve hissî taşkınlıkla söylenen bu manzumelerde, “niyâz”dan “naz”a ulaşmış irfan ehlinin sınırları zorlayan en güzel söyleyişlerine rastlarız. Hakka doğrudan ve samimî bir seslenişle söylenmiş olan sözler, bizi çıplak bırakır ve ezberlerimizi bozar, bir tür yapısöküm yapar. Prof. Dr. Süleyman Uludağ, İslam Ansiklopedisi’ndeki şathiyye maddesinde şunları kaydeder : “Sözlükte “hareket etmek, sarsılmak, taşmak” gibi anlamlara gelen şatah kelimesi, yatağı dar olan bir ırmağın sel ile kenarlarına taşması gibi sûfînin kalbinden taşan ilâhî hakikatleri ifade eder (Serrâc, s. 422, 453). II. (VIII.) yüzyıldan itibaren sûfîler arasında kullanılmaya başlanan şathiyye (çoğulu şatahât/şathiyyât) sûfînin sekr, vecd, cezbe, galebe, inbisat, istiğrak, cem‘, fenâ ve tevhîd-i zâtî gibi kendini kontrol edemediği tasavvufî haller içinde söylediği sözlerdir. Bâyezîd-i Bistâmî, Sehl et-Tüsterî ve Hallâc-ı Mansûr ilk dönem tasavvufunda şathiyeleriyle en çok tanınan sûfîlerdir. Bazı mutasavvıflara göre şathiye türü sözler onu söyleyen sûfîye ait olmayıp bunların gerçekte kaynağı Allah’tır. Sûfînin yaptığı şey bu ilâhî sözleri tekrar etmekten ibarettir. Bâyezîd-i Bistâmî’nin, “Kendimi tenzih ederim, şanım ne yücedir” ifadesi bir müminin, “Ben kendisinden başka ilâh bulunmayan Allahım, bana ibadet ediniz” meâlindeki âyeti (Tâhâ 20/14) zikir yoluyla tekrarlaması gibidir. Halbuki Bâyezîd-i Bistâmî’nin bu şathiyesini duyanlar O’nun kendisini kastettiğini sanmışlardır (a.g.e., s. 472; Gazzâlî, İḥyâʾ, I, 42). Cüneyd-i Bağdâdî’ye göre şathiye sâlikin nihayet değil, bidâyet halinde görülür. Sâlik sülûkün nihayetine ve gayeye ulaşınca şathiyeler azalır. Cüneyd’e göre Bâyezîd-i Bistâmî’nin şathiyeleri onun o sırada henüz sülûkünün başlangıcında olduğuna işaret eder (Serrâc, s. 458, 459). Kemal mertebesinde bulunan velîler temkin ehli olduklarından nâdiren şathiye söylemişlerdir. Dinin zâhirî hükümlerine uymayan bir izlenim verme, muğlaklık ve müphemlik şathiyelerin genel niteliğidir. Bu sebeple şathiyelerin dine aykırı olmadığını göstermek, muğlaklık ve müphemliklerini gidermek için ilk dönemden itibaren şerhler yazılmıştır. Cüneyd-i Bağdâdî’nin Şerḥ-i Şaṭḥiyyât-ı Ebî Yezîd-i Bistâmî’si türün ilk örneğidir. Serrâc el-Lümaʿında Cüneyd’in şerhlerine genişçe yer ayırmış, diğer bazı sûfîlerin şathiyelerini de şerhetmiştir. Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî’nin Ġalaṭâtü’ṣ-ṣûfiyye ile Beyânü Zeleli’l-fuḳarâʾ, Rûzbihân-ı Baklî’nin Şerḥ-i Şaṭḥiyyât, Dârâ Şükûh’un Ḥasenâtü’l-ʿârifîn, Sehlegî’nin en-Nûr min kelimâti Ebi’ṭ-Ṭayfûr, Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî’nin el-Fetḥ fî teʾvîli mâ ṣadara ʿani’l-kümmel mine’ş-şaṭaḥ adlı eserleri bu türün başlıca örnekleridir.”Neyzen Tevfik, şathiyesine başlarken, Yüce Yaratıcı’nın “Hak” isminde bütün isim ve sıfatlarının gizlenmiş olduğunu söyler. Gerçekten de öyledir : Allah, ism-i câmidir ve Hakkın en has adıdır. Hak ise, O’nun, bizatihi hakikatin kendisi ve kaynağı ünvanıyla en yaygın bilinen ve kullanılan isim ve sıfatlarındandır. Diğer bütün isimler, O’na özgü olan Hak isminin kapsamı içindedir. Onda gizlenmiştir. Hak, kuluna önce sabır içeceğini bir ilaç gibi içirir, yaşattığının hikmetini sonra açığa çıkarır ve kuluna fark ettirir.  Kul, sabır ilacını niçin içtiğini çok sonraları fark eder. Hikmetini sonradan öğrenir. Varoluşun temel sırrıdır bu. Şathiyye şöyle devam eder :“Gizlenirsin bir nüvenin içinde,Âdemin de şeytanın da cinin de,Her milletin ayrı ayrı dinindeŞirke, küfre, reyb-i bürhan edersin.”Hak, bir hücrenin, bir zerrenin, bir toz taneciğinin de içindedir. -Hâşâ- O’nun mekânı yoktur, zaman ve mekândan münezzehtir fakat bütün zamanları, anları ve mekânları dolduran yine O’dur. Bir hücreye gizlenen de O’dur. İnsanın, meleğin, cinin, bedenli bedensiz bütün varlıkların hücresinin içinde O’nun nuru gizlidir. O, mekândan beridir fakat bütün mekânlardadır. Zamandan da beridir ama bütün anlara, zamanlarda O’nun nuru saklıdır. Her milletin, her ümmetin, her topluluğun dininde, inancında küfür ve şirke yol açan tasarruf, O’na aittir. Kulları şirke düşer, küfre sürüklenir, gerçeksiz ve hakikatsiz fikirler serdeder, onlara inanır ama bütün bu oluşun arkasında asıl kuvvet sahibi, fiillerin hakikî fâili O’dur. Yaratan Hak’tır, işleyen kuldur. Şathiyyenin devamında Neyzen Tevfik, Hakkın varoluş sırlarını açıklarken, O’nun aşk olup gönülleri yaktığını, Leyla olup karşımıza çıktığını, rakib olup canımızı sıktığını, özetle “vuslatını bize hicran ettiğini” söylemektedir. Hz. Mevlana’nın dediği gibi, “seven de O’dur, sevilen de O’dur, sevgi de O’dur.” Bu benzetmeleriyle, bir bilgenin şu sözlerini hatırlatmaktadır : “Sakın şu bu ne der diye düşünmeyiniz. Allah ne der diye düşününüz. Çünkü şu bu yok, Allah vardır.” Yine bilgelerin ifadesiyle, “Hak, intikamını kul eliyle alır, bilmeyen ilm-i ledünnü, onu kul yaptı sanır. Her şeyin fâili Haktır, kul eliyle işlenir, izn-i Hak olmadan sanma bir çöp deprenir.” Tevhidin nihaî noktasındaki bu algı, bize, görünen ve olup bitenlerin gerisindeki Hakikî kudret ve fiil sahibinin Hak olduğunu ima etmektedir. Neyzen Tevfik, büyük bir tevhid ehlidir. O’nun vahdet idrakinde, “vücud/varlık” sıfatının hakikî mânâsıyla sadece Hak için kullanılabileceği söylenebilir. Bu girişten sonra, “şathiyye”nin tabiatına ve diline uygun biçimde dolaysız ve taşkın bir “dil”le konuşur Neyzen : “Bozuktur düzenin, olmazsın akort,Tavşana kaç dersin tazıya aport,Haham, papaz, hoca ettikçe zart zurt,Alay eder güler, isyan edersin.”Kulların, “şu şöyle olsaydı, bu böyle olsaydı” lakırdılarına atıfta bulunan ilk mısradan sonra, Hakkın, varlık diyalektiğinde, nasıl, “tavşana kaç, tazıya tut” mantığını uyguladığını söyler Neyzen. Son iki mısrada özgür ve taşkın ifade doruğa çıkar : Hemen bütün din ve inanışların “görevli”lerini anarak, inanç alemindeki “cümbüş”ün sırrına gönderme yapar. Bütün dinleri gönderen O’dur. Din, tektir ama farklı zamanlarda, kısmî farklılıklar içeren inanç ve kurallar vaz etmiştir. Dört kitabın da sahibi, Haktır. Şair’e göre, her birinin hesabı ayrıdır. Şiirde, Hak inancından sapma göstererek putperestliğe yönelenlerin halinden de bahseder. Nebileri, bilgeleri mihrap edinip putlaştıranların, gerçekte kendi yalanlarına iman etmelerinin de gerisinde Hakkın irade ve fiilinin olduğu ima edilmektedir. Ardından Neyzen Tevfik, tarihte gelmiş olan bazı nebi ve inanç sistemlerinden söz eder  : Zerdüşt, Brehmen, bunlardan bazısıdır. Bu dörtlüğün son iki beytinde Sevgili Peygamberimizden bahseder :“Bir parlayış parladın ki Kureyş’teMahbubunu Zâtına şân edersin.”Peygamberimiz, Kureyş’ten Mekke’ye, Medine’ye, giderek bütün yeryüzüne parlayan bir güneştir. Hakkın sevgilisidir, O’nu Kendi Zât’ına şan etmiştir. Şathiyyenin mantığına göre, varlığın olumlu ve olumsuz (celal-cemal) bütün niteliklerinin ve görünümlerinin Hakka ait olduğunu dolaysız bir ifade ile dile getirir :“Hem goncasın, hem bülbülsün, hem diken,Hem canansın, hem de çileyi çeken,Hikmetine defineler açıkkenSeyyah derviş olur selman edersin.”Eski zamanlarda, manevî eğitimine tıkanmalar/kesintiler yaşayan dervişler selmana çıkarılır; kısa, orta veya uzun soluklu geziler yaptırılırdı. Yunus Emre’nin, diğer birçok dervişin gezgin olduklarını biliyoruz. Selmana çıkan derviş, bir aba, bir asa, bir çarıkla ve omuzunda keşkülle yola koyulurdu. Seyr ü sülûkunda tıkanma yaşayan derviş böylece açılırdı. Sırtındaki keşküle hayır sahiplerince konulan acı, tatlı, tuzlu, ekşi yiyecekleri karıştırır, aynı kabın içinde farklı tatları birleştirir, günde bir öğün yer, seyahat ve ibadetle meşgul olurdu. Hikmetine defineler açıkken, dervişleri selmana çıkaran da Sensin, diyen Neyzen, alanın da, verenin de, verilenin de gerçekte Hak olduğunun farkındadır. O’na göre, gül de Haktır, diken de, gülün aşkıyla şakıyan bülbül de. Sevgili de Haktır, sevgili için cefa çeken seven de, sevginin bizatihi kendisi de. Böylece ikiyi bir eden Şair, şathiyyesinde sürekli Hakkı tevhid etmektedir :“Yok olmadan var olmanın yolu yok,Kendin gibi seni arayan pek çok,Hiç şaşırmaz kaderden attığın ok,Sevdiğini aşka nişan edersin.”Varlığa, ancak yokluktan geçilir. Kişi, emmâre olan nefsinden, kötücül benliğinden vaz geçmedikçe, onu tasfiye ermedikçe, arındırmadıkça gerçek varlığa ulaşamaz. Sahte varlıklar ve sahiplik vehimlerinden kurtulan kişi Hakka ulaşabilir, benliğinde Hakikati idrak edebilir, içindeki Hakka vâsıl olabilir. “Kendin gibi seni arayan pek çok…” dizesi, bir mısrâ-ı berceste gibidir. Evet, şüphesiz öyledir : Bütün varlık, Haktan gelip, Hakka doğru gitmektedir. O’ndan geldik, dönüşümüz O’nadır. O halde burada, bu kısa uğrakta, benliğimizin zindanından kurtulmalı, hayvanî nefsimizi insanî ruha dönüştürebilmeliyiz. Bunu yapmadıkça asla içimizdeki Hakkı idrak edemeyiz. Nitekim, “nefsini bilen Rabbini bulur” denmiştir. Nefsini bilmek, nefsindeki sırrı bulmaktır. Şiirin devamında Neyzen Tevfik şöyle der :“Çiftçi olur, öküzünü haylarsın,Ağa olur, hizmetkârı paylarsın,Yersin, göksün, yıllar, günler, aylarsın,Asırları toplar bir an edersin.”Görüldüğü üzere Neyzen Tevfik, görünen, bilinen, beş duyu ile algılanan, olup biten, yaşanan her olgu, nesne ve olayın arkasındaki Hak elini açıkça söylemektedir. Çiftçi olup öküzünü haylayan da O’dur, ağa olup hizmetkârını paylayan da. Hak, yerdir, göklerdir, yıllar, günler aylardır… O, yüzyılları bir araya getirip bir “an” eder. An, gelenekli şiirimizde, kişinin Hakkı idrak ettiği zaman birimi için kullanılır. Aynı zamanda “an” kelimesi, Hak için de kullanılır. Asırları toplayıp bir an eden Hak, “anda” kuluna vahdetin en kâmil biçimini yaşatır. Bütün varlığın ve varoluşun arka planındaki sırrı ifşa eder. Sonrasında Neyzen, her veliden ve deliden görünenin Hak olduğunu söyler. Veli ile deli, egemen sistemin nosyonlarını köktenci biçimde dışlamanın ünvanlarıdır Şair’e göre. Velinin de delinin de söylemini gayr-ı meşru görenlere inat, Neyzen, bütün velilerde, delilerde, nebilerde, resullerde görünenin, açığa çıkanın, tecelli edenin, zuhur edenin Hak olduğunu açıkça belirtir. O, bir maymuncuk gibi her bir kilide uyar, her müşkili çözer, her sırrı açığa çıkarır, her kapıyı açar. O, hem her kilide uyan bir anahtardır hem de açılan kapının ardından yapılan suçlamaların da kaynağıdır. Hem bütün kilitlere uyar hem de kuluna bühtan eder. Neşve olur, şarapta gizlenir, Kitap’ta (semavî kitaplarda) haram-helal olarak yazılır yani şeriat vaz eder, kural koyar, ahlakî olanın sınırlarını belirler. Rebapta sevdalarla inleyen de O’dur, âşıkları ıstırapla ağlatan da… Zincir olur, mecnunları bağlar, onları görür, karşısında ağlar, acısını ilan eder ve paylaşır. Irmak olup dere tepe çağlar, akar; tufan olur, dünyayı yakıp yıkar… Ardından “ney”e gönderme yapar Neyzen Tevfik :“Bir ot idin, kamış oldun, ney oldun,Feryadına karşılık hey hey oldun,Su, kök, filiz, asma, üzüm, mey oldun,Her katreni bana umman edersin.”Varlığın zerreden küreye, karıncadan deveye bütün türlerinde, mertebelerinde ve oluş evrelerinde Hakkın tecelli ettiğini; isim, sıfat, fiil ve Zât’ıyla ihzar olduğunu belirten Neyzen, “Haktan âyân bir nesne yok / Gözsüzlere pinhân (gizli) imiş” diyerek Hakkın hakikatini, “nesne”ye kadar indiren Niyazî Mısrî gibi şöyle diyecektir :“Çıban olur, enselerde çıkarsın,Yanar canın yine kendin sıkarsın.Kendin yapar, kendin yakar yıkarsın,Sigortadan ne kâr, ziyan edersin?”Çıban düzeyinde bile Hakkın tecellisini idrak edebilen bir vahdet algısına sahip olmak her kula nasib olmaz. Neyze Tevfik bu nadirlerdendir. O’nun vahdet idrakinin sınırlarını yansıtan bu şathiyyesini dikkatle, döne döne okumak ve yorumlamak gerekir. Sadece nesnelerde değil, bütün oluşta, bireysel, toplumsal ve doğal yaşam alanlarının, katmanlarının her birinde Hakkı idrak etmek… Şathiyyenin devamında Neyzen Tevfik, toplumsal / kamusal alana ilişkin eleştirel bir okuma yapar :“Bir iraden adam yapar eşeği,Azlolurken batar ona döşeği,Gazabındır şu felaket şimşeği,Her nereye çaksan sûzan edersin.”Çıkmayan candan umut kesilmez, der Şair. Çünkü Allah’ın rahmeti sonsuzdur, Rahman sıfatıyla her şeyi kuşatmıştır. Rahîm sıfatıyla da müminlere özel bir şefkati, merhameti vardır. O’nun rahmetinden zerre kadar eksilme olmaz. Gözümüzün yaşını yine O siler. O’ndan ancak yine O’na sığınabiliriz. Varlığından usanmış, dünya malından iğrenmiş, bedeninden bıkmış, celal sillesiyle sürekli dövülen ruhlara sığınak O’dur. O, bizi önce ağlatır, sonra güldürür. Çünkü bu âlemde celalî olanla cemalî olan karışıktır. Bu dünya, zıtlıklar âlemidir. Karşıtlıklar diyarıdır. Toplumsal eleştiri ve tespitlerine devam eder Şair :“Şımartırsın bir sonradan görmeyi,Öğretirsin halka çorap örmeyi,O çalarken tam gözünden sürmeyi,Yakalarsın, hapse ferman edersin.Zengin olur kasaları kitlersin,Fakir düşer garip başın bitlersin,Deri, kemik, beden bizi ciltlersin,Hicranlara canlı divan edersin.”Ardından dini veya dinsizliği çıkar aracı yapanlara dönük eleştirileri sıralar. İslam’da, muharref İsevîlikteki gibi bir “ruhban” zümresi yoktur. Her Müslüman, dinini bilmekle ve yaşamakla mükelleftir. Bunun için maddî bir çıkar beklemek, elmas hükmünde olan Kuranî hakikatleri, cam parçası hükmünde olan dünyevî çıkarlara kurban etmektir. Neyzen Tevfik’e göre, bu hem bir insanlık suçudur hem de gayr-ı ahlakî bir davranıştır. Mesela maddî çıkar gözeterek Kuran okumak, O’na göre, en ağır suçtur ve ahlaksızlıktır. Kuran’ın yüce hakikatleri maddî veya manevî hiçbir şeye alet edilemez.Son dörtlükte, şathiyye geleneğine uygun biçimde incelikli bir dille nedamet getirir :“Serserinim, düştüm aşkınla meye,Nasıl girdin elimdeki şu neye?Hem seversin beni Neyzen’im deye,Hem de sarhoş diye destan edersin!”Hakka naz-niyaz üslubunda seslenen Neyzen, hakkındaki sarhoşluk isnatlarına da incelikli bir gönderme yapmaktadır.“Geçer” Ya da Neyzen’in Sözüne Aşkla Kulak Vermek Izdırabın sonu yok sanma, bu alem de geçer,Ömr-i fani gibidir, gün de geçer, dem de geçer,Gam karar eyleyemez hande-i hurrem de geçer,Devr-i şadî de geçer, gussa-i matem de geçer,Gece gündüz yok olur, an-ı dem adem de geçer,Bu tecelli-i hayat aşk ile büktü belimi,Çağlayan gözyaşı mı, yoksa ki hicran seli mi?İnleyen saz-ı kazanın acaba bam teli mi?Çevrilir dest-i kaderle bu şu’unun fili mi,Ney susar, mey dökülür, gulgule-i Cem de geçer,İbret aldın, okudunsa şu yaman dünyadan,Nefsini kurtara gör masyad-ı mafihadan.Niyyet-i hilkati bul aşk-ı cihan aradan,Önü yoktan, sonu yoktan, bu kuru da’vadanUtanır gayret-i gufranla cehennem de geçer.Ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat, ne türe,Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küreCahilin korku kokan defterini Tanrı düre!Ma’rifet mahkemesinde verilen hükme göre,Cennet iflas eder, efsane-i Âdem de geçer.Serseri Neyzen’in aşkınla kulak ver sözüne,Girmemiştir bu avâlim, bu bediî gözüne.Cehlinin kudreti baktırmadı kendi özüne.Pir olur saki-i gül çehre bakılmaz yüzüne,Hak olur pir-i mugan, sohbet-i hemdem de geçer.Neyzen Tevfik’in şiir dağarı içinde ses ve söz bakımından da, anlam dünyası açısından da en güzel şiirlerinden birisi olan “geçer” redifli/başlıklı şiiri, hayatın fâniliği içinden, kâinatın ve varoluşun ebedî çarklarının nasıl göründüğünü görmemiz için eşsiz bir fırsat sunar bize. Beş mısrâlı beş bentten oluşan şiir, “geçer” redifinin mükemmel kullanıldığı, geleneksel/irfanî şiirimizin başlıca söz sanatlarının, mazmunlarının ve terkiplerinin kendisine yer bulduğu bir manzumedir. Şöyle başlar :Izdırabın sonu yok sanma, bu alem de geçer,Ömr-i fâni gibidir, gün de geçer, dem de geçer,Gam karar eyleyemez hande-i hurrem de geçer,Devr-i şadî de geçer, gussa-ı matem de geçer,Gece gündüz yok olur, ân-ı demadem de geçer.Bu âlem geçicidir, hiçbir şey ebedî olmadığı gibi, ıstırap da, acı ve keder de fânidir. Sadece ıstırap değil, bu “âlem” de geçicidir. Şair, “hangi günü gördün akşam olmamış” demiştir. Gün akşamlıdır. Acılar, ne yeryüzünden büsbütün kaldırılır ne de insan tümüyle acıya boğulur; bıktırmamak için acıların yüzüne biraz tebessüm sürülmüştür, o kadar. Dolayısıyla ıstırabın da sonu vardır, sen öyle zannetme. Acı çeken sanır ki, o zaman geçmeyecek ve ıstırabın sonu olmayacak. Bu, bir yanılsamadır. Sabırla, her türden acıya tahammül edilebilir, çünkü geçip gidecektir. Hatta elem geçince yerini neşeye bırakacaktır. Elemin zevâli, lezzettir, denilmiştir. Istırabın geçiciliği, tıpkı fâni olan ömre benzer. Nasıl ki, gün de geçer, dem de geçer… Dem, “zaman” ve “nefes” anlamındadır. Gün, yerini geceye; gece ise güne bırakır. Salise, saniye, dakika, saat, gün, ay, yıl… hâsılı “koca” zannedilen bir ömür, göz açıp kapayıncaya değin geçer. Eski tabirle, tarfetü’l-ayn… Gözün kırpması gibidir ömür. Hayat, çölde yolculuk yapan bir seyyahın, kısa bir süre, bir ağacın gölgesi altında uyuması gibidir. Hayat, bir rüyadır. Rüya içinde bir rüyadır. Üzüntü kalıcı değildir, keder sürekli olamaz; şen gülüşler de geçicidir, mutluluk anları da böyledir, matem acıları da, gece gündüz yok olur, canlının soluklanma anı da biter.İkinci bentte, Neyzen, hayatın cilvelerinin, aşkla belini büktüğünden söz eder :Bu tecelli-i hayat aşk ile büktü belimi,Çağlayan gözyaşı mı, yoksa ki hicran seli mi?İnleyen saz-ı kazanın acaba bam teli mi?Çevrilir dest-i kaderle bu şuunun filimi,Ney susar, mey dökülür, gulgule-i Cem de geçer,Hayatın bin bir türlü tecellisi, cilvesi vardır. Cilve, yüzden perdenin aralanmasına, açığa çıkmasına denir. Aşk, insanı rutin dışına çıkarır ve “şiddetli muhabbet” olduğundan yorar, belini büker, kişiyi ağlatır, gönlünden hicran selini hareketlendirir… Şair, bildiği halde sormaktadır : Bu çağlayan gözyaşı mı yoksa insanın aslî yurdundan ayrı kalmasının verdiği ıstırap mı? O hicranın seli mi? Belki de inleyen, kader ve kaza sazının bamtelidir, kim, nasıl bilebilir? Bu şuunun filimi, kader eliyle çevrilmektedir. Şe’n kelimesinin çoğulu olan şuun, işler, oluşlar, olgular demektir. “Allah her an yeni bir şe’ndedir” (Rahman, 29) âyetinde de “İlahî iş, oluş” anlamındadır. Neyzen, şe’n kavramını, Kuran’daki anlamına yakın biçimde kullanmaktadır : Bu işler, oluşlar, durumlar, olgular, olaylar, “kaderin eliyle çevirdiği” bir filimdir. İnsanlar plan yapar, kader gülermiş… Dolayısıyla bir an gelir, birden ney susar, feyiz kaynağı olan kadeh devrilir, mey dökülür, ‘cem’in, birliğin, bir arada olmanın, topluluğun sesleri de biter, gider.Üçüncü bentte Neyzen, insana bütün bu oluşlardan, işleyişlerden ibret alması gerektiğini salık verir :İbret aldın, okudunsa şu yaman dünyadan,Nefsini kurtara gör masiva vü mafihadan.Niyyet-i hilkati bul aşk-ı cihan-ârâdan,Önü yoktan, sonu yoktan, bu kuru davadanUtanır gayret-i gufranla cehennem de geçer.İbret ve hikmet gözüyle bak, olup bitenlerden ders çıkar, dünya yamandır, celal-cemal karışıktır, aldatıcıdır, zâlimdir, göz boyayıcıdır; nefsini kurtarmağa bak, ne bu dünyaya ne de bu dünyanın melekutu olan mafihâya, öte dünyaya, içkin olana, öteye kapılma… İkilikten kurtul. Burası ve orası diye bir şey yoktur. O’ndan başka bir şey yoktur. Varlık ünvanı sadece O’na hastır. Sadece Allah vardır. O’na bak, anda olmaya çalış, O’nun rızasını gözet, gerisi boştur. Ne dünya sevdası ne ateş korkusu, ne cennet özlemi… Sadece Hakkın hoşnutluğu… İnsana yakışan budur. Niçin yaratıldığını, bütün bu varlığın neden var olduğunu görmeye, anlamaya çalış, aşk içre olan âleme dikkatle bak, melekutunu gör. Önü yok, sonu yok bir kuru davadır bu. Ne demiş şair : “Davası olanın mânâsı olmaz.” Benlik zindanından çık, ben ben deme, nefsini dönüştür, benlik davası olan asla, “mânâ”ya ulaşamaz. Böyle yap çünkü O’nun sonsuz affediciliğiyle cehennem de utanacaktır. Sonraki bentte Neyzen, ilk anda genel algıyı şaşırtacak, ezberleri bozacak, ama dikkatle ve derinliğine bakıldığında “kalp/marifet mertebesi”nden söylendiği fark edilecek iddialarda bulunur :Ne şeriat, ne tarikat, ne hakikat, ne töre,Süremez hükmünü bunlar yaşadıkça bu küreCâhilin korku kokan defterini Tanrı düre!Ma’rifet mahkemesinde verilen hükme göre,Cennet iflas eder, efsane-i Âdem de geçer.Bu dünya yaşadıkça, “şeriat, tarikat, hakikat veya töre” diye isimlendirilen olguların sürgit hükümlerini icra ettiremeyecekleri söylenebilir. Sözü edilen olgular, ancak Hakkın muradı oldukça hükümferma olurlar. Burası, bizim istek ve irademize bağlı bir “oluş”la işlemiyor. “Câhil”, kendisinden korktuğu Yaratıcı’ya iman edendir yalnızca. Onun defterini yine Hak dürecektir. Marifet mahkemesinin hükmü, “cennet” sevdasıyla hareket edenler için bir hayal kırıklığından ibarettir : Çünkü “sûrî cennet” de geçicidir, Âdem’le ilgili “anlatı” da varoluşun gizinden habersizdir.Son bentte, “Serserî” mahlasını hem bir takma isim hem de Hakkın aşkıyla sermest oluş anlamında kullanır :Serseri Neyzen’in aşkınla kulak ver sözüne,Girmemiştir bu avâlim, bu bediî gözüne.Cehlinin kudreti baktırmadı kendi özüne.Pir olur saki-i gül-çehre bakılmaz yüzüne,Hak olur pir-i mugan, sohbet-i hemdem de geçer.İlahî aşk şarabıyla sermest olan Neyzen’in sözlerine aşkla kulak vermelisin. Zaten söz, söyleyenin neresinden çıkarsa, dinleyenin orasına ulaşacaktır. Bütün bu dünyalar, asla O’nun güzel gözlerine girmemiştir. Kendisini “câhil” olarak niteleyen bu Büyük Ruh, cehaletinin kendi özüne bakmasını engellediğini belirterek, tevazuda doruğa çıkar ve şiirin tümünün anlam yükünü son iki dizeye yükler :Gül yüzlü sâki yani mürşid-i kâmil de pîr olur, yaşlanır, ihtiyarlar, köhner, yeni zamanların soru ve sorunlarından kopabilir; köhnemiş haline, yüzüne kimse bakmaz olur. Manevî yol gösterici kâmil mürşid toprak olur, kendi çağının sözleri yürürlükten kalkar, hükmünü yitirir gider… O da geçer.“Canına Kıymazsan Seyahât Etme”Neyzen Tevfik’in koşma türünde söylediği, kendine özgü bir edaya, dile/anlatıma sahip etkileyici şiirlerinden birisi de, “Hicran destânını kendinden oku!” diye başlayanıdır. İnsanın, kendi manevî tecrübelerinden hareketle bir dil oluşturması gerektiğini ima eden şiirde, kişinin yaşamadıklarından söz etmesinin doğru olmadığı belirtilir :Hicran destanını kendinden oku,Mecnun’dan duyup da rivayet etme.Aşkın Leyla’sını gördünse söyle.Söz temsili bulup hikâyet etme. Leylâ, dosttur, hakikî sevgilidir, Hak’tır. O’nu buldunsa/gördünse ancak Mecnun’dan söz edebilirsin, çünkü o zaman sen Mecnun’un bizatihi kendisi olursun. Değilse, bu “hicran” hikâyesi, senin için bir anlama sahip değildir. Neyzen’in şiirlerinde sıklıkla geçen “hicrân” kelimesi, geleneksel irfanî sözlüğümüzdeki mânâsıyla kullanılmaktadır :  Sözlük anlamı, “Bir kimseden ya da bir yerden ayrılma, ayrılık. Ayrılığın yol açtığı onulmaz acı” olan hicrân, Şair’in kullandığı biçimiyle, Hz. Mevlânâ’nın Mesnevi-i Şerîf’inin ilk onsekiz beytinde ifade edilen “insanın aslî yurdundan/Hak’tan ayrı düşmesi”nin hâsıl ettiği acıdır. Bu elemle nasıl ki ney inlemektedir, insan da zikrederek Hakkı hatırlamakta, gerçek vatanının hasretiyle şakımaktadır. Şair, “inile de dertli gönül inile” der. Hz. Mısrî, “geceler tâ subha dek, inletir bu dert beni” buyurur. Bütün bunlar, hicrânın dile gelişidir. Neyzen Tevfik, bu şiirinde, kişinin hicrân destânını kendinden okuması gerektiğine vurgu yapar. Herkesin bir hikâyesi vardır. Kişilerin tekil hikâyeleri, insanlığın büyük hikâyesinin parçalarıdır. Hicrân, öylesi bir derin derttir ki, o, bir başkasının hikâyesi üzerinden rivâyet edilerek anlaşılamaz. Onu tatmak, yaşamak gerekir. Hz. Mevlânâ’ya, “aşk nedir?” diye sorarlar, “ben ol da bil!” der. Bu yüzden Eşrefoğlu Rûmî, şiirlerinden söz ederken, “kendi derdim söylerem / gayrı hikâyet etmezem” der.  Peki, kişi Leylâ’sını nasıl bulacaktır?Yüz bin Leyla doğar âlemde her gün,Senin aradığın zevk, sefa düğün.Tutacağın işi önceden düşün;Daha ilk adımda nedamet etme.Dikkatle düşünen, varlığa, Yunus Emre’nin dediği gibi, “ulu bir nazarla” bakan, ilk adımda pişman olmayıp ısrarla devam eden, kendini tasadduk etmekten çekinmeyen için, bu âlemde her gün, yüzbinlerce Leylâ doğmaktadır. Nereye dönerseniz, Allah’ın yüzü (zâtı) oradadır” buyurur Kuran. (Bakara/115) Evrende varolan her şey âyettir. Dikkatle bakıldığında, O’nun her yerde / her şeyde, her an, bir izi, bir nişanı, bir işareti, bir âyeti görülecektir. Her varlık bir Leylâ’dır Mecnun olma azmindeki insan için. Varlık birdir, varolanlar, Hakkın isim, sıfat, eylem ve Zât düzeyinde yansımalarıdır. Varolanın her biri bir Leylâ’dır. O’nu sevmek, gerçekte Hakkı sevmektir. Aşk, şiddetli sevgidir, tekinsizdir; aşk yolu tehlikelidir, aşk ateştir, yakar ve yıkar :Sevdanın oduna pek güvenilmez,Tutuşurşan eğer kolay sönülmez.Bu yolun hükmüdür geri dönülmez,Canına kıymazsan seyahat etme.Sevdanın ateşine güvenilmez, kişi aşkla yanmaya başlamaya görsün, artık onun ateşinin söndürülmesi imkânsız gibidir. Kalpler, sadece Allah’ı anmakla, kişinin kendinden Hakkı bilmesi ve bulmasıyla yatışabilir, doyabilir. Bu yolun kuralı budur : Canına kıymak. Ölmeden evvel ölmek. Benliğini Hakka tasadduk etmek… “Canına kıymazsan seyahat etme” der. Cana kıymak, kişinin emmâre olan, kişiye kötülüğü emreden benliği dönüştürmek anlamındadır. Kişi, -mecâzî olarak- nefsine kıyar, kendi kanını döker, onunla aldığı abdestle iki rekat aşk namazı kılar. Bütün bunları birer mazmun ve mecaz olarak okumak gerekir. Canına kıyamayan kişinin kabı deliktir : İyi bak kabına, olmasın delik,Boşuna taşırsın gider gündelik.Anında olmalı ettiğin iyilik,Âlem duysun diye inayet etme.Ne kadar incelikli bir uyarıda bulunuyor Şair : “Anında olmalı ettiğin iyilik / Âlem duysun diye inayet etme.” Günümüzde bilhassa yoksulları, yetimleri, kimsesizleri, sığınmacıları, çocukları, yaşlıları gözetenler için altın bir öğüt. Bir elin verdiğini diğeri bilmemeli. İyilik, ânında olmalı. Kişi, her geleni Hızır, her geceyi Kadîr bilmeli. Yoksa fırsatı kaçırır. Ne diyordu Yunus : “Yunus Emre der hoca / Gerekse var bin Hacca / Hepisinden iyice / Bir gönüle girmektir.” Demek ki, hacdan maksat da, Hakka ulaşmaktır, Hakkın gönülde tecellisidir. Bunun için bir gönüle girmek gerekir :Kabe’den maksadın varmaktır yara,Kör gibi tapınma, kara duvara,Hızır’ı ararsan kendinde ara,Bulamadım gibi rezalet etme.Kâbe, siyah bir duvardır ama aynı zamanda Zat makamıdır, kişinin vücudundaki Kâbe ise, gönüldür. Haccetmekten amaç, Resulullah’ın gönlüne girmektir. Bunun için bir yoksulun, bir yetimin/öksüzün, kimsesizin gönlüne girmek gerekir. Kâmillerin gönlüne girmek gerekir. Hakkın rızasına tâlip olmak gerekir. O’nun rızası, bütün kâinattan daha değerlidir. Kişi, Hızır’ı da kendinde aramalıdır. Her şey, insandadır, gönüldedir. Aramakla bulunmaz ama bulanlar, ancak arayanlardır. Bulmakta ısrarcı olmak, inatla aramak gerekir. Bulamayınca da vazgeçmemek gerekir. Bütün bu gereklilikler içinde, kişi, mutlaka bir gün bulacak ve olacaktır. Bilge şöyle der : “Bir kapının eşiğinde kırk sene beklersen, bir gün kapı açılır ve içeri buyur edilirsin…” Demek ki aramak, bulmanın mutlak şartıdır. Aramak da herkese nasib olmaz :Muhabbet herkesin aklını çelmez,Gönül viranesi kolay düzelmez.Âlemden çekinme bir zarar gelmez,Sen kendi kendine hıyanet etme.Kişi, kime/neye/nasıl hainlik yaparsa yapsın, gerçekte kendi aslî doğasına ihanet eder. Âlemden ve âlemdekilerden çekinmemek gerekir. Ayrıca bütün bağları yıkarak kendi bağlarını kuran aşk nasib olunca gönül viraneye döner. O da kolay kolay düzelmez. Sabar gerekir. Muhabbet en büyük varlıktır. Yolcunun biricik sermâyesi vardır : Aşk. Aşk gelicek, cümle noksanlar tamam olur. Ne diyordu Şair : “İşitin ey yârenler, aşk bir güneşe benzer / Aşkı olmayan gönül, misâl-i taşa benzer…” Aşk, Hakkın bir sıfatıdır. Bu yüzden Büyük Yunus, “aşk kadim, ezelîdir / Aşk makamı âlidir” demiştir. Bununla da yetinmemiş şöyle eklemiştir : “Aşk, anadan doğmadı / Kimseye kul olmadı…” Bu sırdandır ki, ârifler, “akıl, akılsızlara gerektir, bize aşk gerek…” buyurmuşlardır. Neyzen Tevfik, bu sırrın sahiplerindendir. Bu yüzden, aşka ulaşana şu öğütte bulunur :Şen şatır gönlüne hicran dolmasın,Gençliğin gülşeni gamla solmasın.Neyzen gibi aklın yarda olmasın,Özründen çok büyük kabahat etme.

Devamını Oku →