Günümüzde insan, şimdinin içerisinde, hakikatinden kopmuş, daraltılmış bir var-oluş serencâmındadır. Mebde ve meâd üzerine düşünmekten uzak kalmak ve seküler bir bakışın gölgesinde cansız bir kisve ile çerçevelenmiş, biçimsel bir kabuğa indirgenmiş din anlayışı bireyleri eskilerin tabiri ile birer “mezar-ı müteharrik” kılmaktadır. Bu hal düşünce tarihinde geri dönülmesi zor kırılmalar oluşturmuştur. İnsanın salt idrak-ratio varlığı olarak düşünülmesi ve töz anlamında nefs anlayışının yitirilmesi Yalçın Koç tarafından post-mortem safha olarak tanımlanır. İnsan artık ölüm sonrası dönemdedir.
Sistematik olarak Platon ile başlayan, insanın düş’üşü ve düşünceye zincirlenişi üzerinden sürdürülen iktidar devşirme çabası, bugün insanı öyle bir unutkanlığa ve tembelliğe mahkûm etti ki artık ne kendini hatırlıyor ne de insanın ne olduğu üzerine geçmişte vaaz edilen fikirleri. Bu zihinsel felç hali, yalnızca düşünsel bir tembellik değil; insanın varoluşuna dair en temel soruları sormasını engelleyen yapısal bir körlük haline gelmiş, insanı kendi varlığından da koparmıştır. Artık bireyin varlığı, kendinden önce gelen bir yığın sembolle gölgeleniyor: kimlik numaraları, kullanıcı adları, kare kodlar… İnsan, etiketlerinin ardında silikleşiyor. Bu yüzeyselliğin yanı sıra insanın aslî kimliğine dair sorunun çetinliği, onun geçmiş ve geleceğine ilişkin soruları sürekli olarak ertelemesine yol açmaktadır. Ancak insan nereden gelip nereye gittiği ve şu anda kim olduğu soruları ile anlam bulabilir ve manasını keşfettiği takdirde yerini tespit ederek yönünü tayin edebilir. İnsan için hem kendi varlığı hem de yerküre hali hazırda yeterince çetrefilli bir gerçeklikken; bir de mekan içinde mekan kurarak, gerçekliğin ötesinde sanal ve yapay oluşlarla beslenmesi, modern bireyi adım adım kitlesel bir deliliğe sürüklemekte.
Düşünce tarihinde insan üzerine kurulan tüm söylemler benzer örüntülerle örülmüş ortak bir tavrın izlerini taşımaktadır. Hatta bu tavır bir geleneğe dönüşmüştür. Prof. Dr. Yalçın Koç eleştirmiş olduğu bu geleneği Grek- Latin -Kilise diyarı olarak adlandırmaktadır. Bu düşünce geleneği bireyi çeşitli mevzuatlarla bir diğer beşere ve Kilise’ye köle kılma amacındadır. Buradaki “Kilise” terimi, Latince kökeni “Ecclesia” olan bir sözcüktür ve en geniş anlamıyla “cemaat”i ifade eder.
Hristiyanlıktaki ruhbanlık kurumunun bireyi kendisine bağlaması ve kurtuluşu kurum ile kaim kılması durumu daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Günümüzde kilise kurumları artık Hristiyanlık dışında da, hemen hemen her alanda kendisini gösteriyor. Bireyin bir şekilde mevzuata köle kılınması ve asli varlığının yerine bu vaaz edilmiş söylemlerin ikame edilmesi yoluyla insan artık düşünme yetisi ile köle kılınmakta. Bu bir yanılsama oluşturarak kişiyi hürriyet vehmine düşürüp köleliğe saplanmasına neden olmaktadır. Özellikle Kant ile insanın “aşma” çabası, salt zihinsel bir faaliyete indirgenmiştir.
Günümüzde Hristiyanlığa yöneltilen eleştiriler ya da saldırılar, yalnızca bu dine değil; Tanrı adına konuştuğu iddia edilen, din parantezine alınmış her şeye yönelmektedir. İslamiyet içerisinde teşekkül etmemiş ve edemeyecek arızalar Hristiyan düşünceden ithal edilerek, bugün bizlere sözde prangalar gibi sunulmakta. Oysa asıl pranganın ne olduğunu görmek oldukça keskin ve aşkın bir nazar ile mümkün olabilir.
Yalçın Koç, yukarıda kısaca özetini vermiş olduğumuz düşünce geleneğine “Logia” esasında Fikriyat demektedir. Bu bir düşüştür; aşkın olandan düşüş. Koç’un eserlerinde Nazariyat (theoria) faaliyetinin ne olduğu fikriyatın tanımlanmasıyla ortaya konulur. Koç bu tasnif ve eleştiriyi asli bir mekandan-zeminden yapar, o da Anadolu Mayası’dır.
Anadolu Mayası’ndan tefekkür tarihine bakan görür ki Grek-Latin-Kilise diyarında insan yalnızca beşeriyeti itibariyle ele alınır ve bu esasta dönem ve havzaların mevcut mevzuatına köle kılınmak istenmektedir. Nihai düzen, nizam, adalet ve iyiliğin bu şekilde sağlanacağı iddia edilir. Mutlak hakikati insandan dışarıda, çok uzaklarda konumlandıran tefekkür tarihi, 2500 yıllık çabasında ona ulaşamayacağına kat’i emin olmuş ve matematiksel bir tabirle hakikate limit’te yaklaşabileceğini düşünmüştür. Bu ifadeyle kasıt şudur: Sonsuza kadar hakikate yaklaşabiliriz ancak ona asla varamayız ve dokunamayız. Bu sonuç düşüncesi tam olarak siyasi bir endişedir. Eğer bir beşer hakikate ulaşmış olursa diğeri onun karşısında bulunduğunda “aforoz” edilecektir. Patolojik bir hal alan öteki algısı, düşünürleri ya onu ulaşılamayacak bir yere konumlandırmaya yahut hakikati reddetmeye itmiştir. Ancak İslamiyet ile Allah Resulü'nün bizlere getirdiği Kelam, insanın hakikatinin bizatihi kendisinde olduğunu, yani kim olduğunu açık şekilde ortaya koymakta ve nereden gelip nereye gittiğini bildirmektedir. Yalçın Koç, Kuran-ı Kerim için kullandığı “Kadim Demde Hatem Olan Kelam” tabiriyle insanın ferdi olarak nasıl bir hakikate sahip olduğunun ipuçlarını sunuyor.
Koç, Anadolu Mayası ifadesi ile epistemolojik, ontolojik ve etik yaklaşımlardaki arızaları göstererek asli kaynağın ne Logia (Fikriyat) esasında ne de Theoria (Nazariyat) esasında açığa çıkarılamayacağını eserlerinde çok net şekilde temellendirmektedir.
Peki insan nedir ve nasıl bilinebilir? Ahlak nedir? Yalçın Koç insanın ancak kendisine dost olarak ahlaklı olabileceğini Ahlak ve Nazariyat kitabında ele almaktadır. İnsanın birey olarak kendisi olabileceği yani asli varoluşunu tesis edebilmenin imkanını Anadolu Maya’sı ile ifade eder. Anadolu Mayası herhangi bir etnografik söylem ve çerçeveye bağlanamaz şekilde Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevi’nin gönlünde açılmış hakiki sözdür, yani Kelam’dır.
Koç, eserlerinde ayrıntılı biçimde temellendirdiği üzere; modern felsefi, toplumsal, fiziksel ve biyolojik keşiflerin anlamlandırılmasında hesaplaşılması gereken sorunlara işaret eder ve buradan, Anadolu’dan, insanın birey olarak nasıl var olabileceğine dair özgün bir teklif sunar. Her türlü cemaat-kilise-mevzuat söyleminden kurtularak insan ve islam cemiyetinin imkanı ile cihanşümul bir insan olma-kalma teklifi sunmaktadır. Koç; yerel, etnik, dar ve asabi söylemleri aşarak Kelam’dan mayalanan gönüllerin imkanı için günümüzde sıkça okunup dile getirilmelidir.
"Anadolu mayası"nı "bilmeyen", "mevcut durum"u, "Anadolu" için "son (final)" zanneder. Oysa, "Anadolu"nun, nice "son" zannedilen "safha"yı, "son'landırdığını" hatırlayamaz. Nasıl hatırlasın.
"Anadolu mayası"nı "bilmeyen", biz "Anadolu Türk’leri"nin, bu safhada da, içine düşürüldüğümüz "yok olmak, yok edilmek tehlikesi"nden, "diri'lerek", "can'lanarak" ve "bir'leşerek" çıkacağımıza ihtimal veremez.
Burası, "Anadolu toprağı"dır; "gönlü maya'lılar'ın yurd'u"dur. "Bilmeyen", nasıl anlasın.
"Gönül mayası", "birey'i, İnsan eder", "toprağ'ı, vatan eder"; "bez'i, ay yıldız'lı al bayrak eder ve, şerefle yüce'lerde dalgalandırır".
Bu "safha"daki "kurtuluşumuz" da, "Anadolu Türk kim’liği"ne sarılmamıza bağlıdır; "asli kim'liğimiz", bu "safha"da da, yegane "kurtuluş yolu'muz"dur.
Yalçın Koç, Anadolu Mayası, sf. 368.